Nomadland
Magazinn.com'a Google News'te abone olun
Abone OlDünya değişiyor. Bizim alışveriş yapma, gündemi takip etme, kitap okuma, film izleme, kısacası her şeye dair alışkanlıklarımız yeniden tanımlanıyor belki ama farklı coğrafyalarda farklı insan grupları da çıkışının nerede olduğu belli olmayan karanlık bir tünelde gibi adeta. Geniş bir perspektiften bakınca haklı olarak gelişen teknoloji ve dijitalleşmeyle ilişkilendirilen bu gidişat, genel akışa müdahale eden birçok farklı unsurun etkisiyle de şekilleniyor elbette. Her şeyin birbiri içine geçtiği, herhangi bir şeyi net şekilde tanımlamanın, herhangi bir gelişmeyi sadece tek bir nedenle açıklamanın neredeyse imkânsız olduğu bu dönemi, sinema üzerinden bakarsak western janrasıyla eşleşen bir coğrafyada, Amerika’nın batısındaki taşra bölgesinde yaşayan tek bir kadın üzerinden inceliyor Chloé Zhao Nomadland filminde.
Önceki filmi The Rider’da Amerikan ideallerinin vücut bulmuş hâli gibi görünen rodeocu bir “kovboyun” yaşadığı sakatlığın ardından, benliği üzerine inşa ettiği zeminin ayaklarının altından kayışını zarif bir docudrama ile anlatan Zhao, Nomadland’de de benzer bir üslubun peşinden gidiyor, yine odağında Amerikan idealleri var. 2008 ekonomik kriziyle o zamana kadar sahip oldukları ne varsa kaybetmiş, o “medenileştirilmiş” bölgede birer göçebeye dönüşmüş ve büyük şirketler için ucuz işgücü hâline gelmiş orta yaşlılardan birini takip ediyor. Bu kişi Frances McDormand‘ın kariyerindeki en nüanslı performanslarından biriyle hayat verdiği Fern. Filmin henüz başlarında “evsiz olmak” ve “evi olmamak” arasındaki farkı vurgulayan bu kadın, ekonomik yıkımlarla gelen değişimlerin hayatını tanımlamasına, sınırlandırmasına itiraz edercesine yola çıkıyor. Zhao’nun yakaladığı sahicilik hissi kökenini buradan alıyor gibi gözükse de Nomadland sırtını bu sahiciliğe yaslamaktan özellikle imtina eden bir film. Tıpkı ana karakterinin karşı karşıya geldiği ekonomik sorunlar ve bunların doğurduğu olumsuz sonuçlar üzerinden tanımlanmayı reddetmesi gibi, film de hiçbir noktada sosyal gerçekçi bir tona yaklaşmıyor, Fern’in hikâyesinin o boyutuyla ilgilenmiyor. Chloé Zhao’nun asıl ilgilendiği bu şartların şekillendirdiği hayatı kendi tercihlerince dönüştüren bir kadının içinde olduğu pozisyon. Böylelikle Nomadland, ne karakterinin tercihlerini kutsayıp onu bir azizeye dönüştürüyor ne de materyal zorlukla ne pahasına olursa olsun mücadele eden bir adalet savaşçısı gibi yansıtıyor. Nomadland’in güncel olan her şeye dair bir yapı kurmasının kökeni de burada yatıyor. Fern’ü kendi dünyasına, kendi sınırlarının içerisine hapsetmiyor. Her şeyle temas hâlinde sürekli o. Bu karakteri, belki hiçbir zaman bir kullanıcısı olmadığı ya da olmayacağı Amazon’un devasa bir deposunun kapısından girerken gördüğümüzde dijital çağa, güncele doğru genişleyen hikâye, aynı karakter eşini kaybetmesinin ardından terk ettiği evine döndüğünde kaybedilenlere, eskide kalanlara dair melankolik bir ton kazanıyor. Ve kurduğu kusursuz sinema diliyle tüm temas anlarını tek bir bütünün detayları olarak perdeye yansıtmayı başarıyor.
Kamera Fern’ü takip ederken onun bazen yüzüne yaklaşıyor, bazen içinde bulunduğu mekânın içinde çerçeveliyor, bazen de onu tamamen kadraj dışında bırakıyor. Böylece hem Fern’ün hissettiklerini hem onun çevresiyle kurduğu ilişkiyi yakalıyor; hem de onu katettiği yolların, üzerinde yürüdüğü toprağın bir parçası hâline getiriyor. Bu görsel tercihler, ele alınan konular ve McDormand’ın Fern’ü canlı kanlı bir insan kılan oyunuyla birleşince, maddi gerçek ya da bilgilerin de ötesinde bir hâli, bir durumu belgeleyen bir film hüviyeti kazanıyor Nomadland. Kaybetmenin, bağ kurmamayı tercih etmenin, hareket hâlinde olmanın, -artık- büyük anlardan kasten kaçıyor oluşun belgeseli olabilirse, bu o belgesel. Bu iddialı tanımların sertliğinin arasında giren, İtalyan besteci Ludovico Einaudi imzalı besteler de Fern’ün ve tüm temsil ettiklerinin duygu dünyasına giriş noktasında bir anahtar işlevi görüyor. Fethedilecek her yerin çoktan başkalarınca fethedildiği, sonrasında da tamamen başka şeylere dönüştüğü bir yok olmuşlukla karşılaştırıyor başına buyruk bir kovboy gibi oradan oraya gezen karakterini. Geçmişteki kayıpların da, şimdinin barındırdığı sorunların da, geleceğe dair kaygıların da farkında olan ama bunlardan azade olarak -belki de yapacak başka hiçbir şeyi olmadığı için- yola çıkan Fern’ün peşine takılıyor. Tüm bunları aynı potada eriterek yaralarla dolu geçmiş, maruz kalınan şimdi ve kestirilemeyecek gelecek arasında salınıp giden, her şeyin birbiri içine nüfuz ettiği bir zaman diliminin ve kuşağın portresini çıkarıyor.